3 Ekim 2013 Perşembe

ATATÜRK’ÜN YAVERİ SALİH BOZOK’UN TORUNU “SALİH BOZOK” DEDESİNİN ANILARINI 23 NİSAN ULASAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI İÇİN ÇOCUKLARLA PAYLAŞTI

ATAÜRK’ÜN YAVERİ SALİH BOZOK’UN TORUNU
“SALİH BOZOK” DEDESİNİN ANILARINI
23 NİSAN ULASAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI İÇİN ÇOCUKLARLA PAYLAŞTI
Cüneyt AYRAL – Fransa

Siz dedenizi görmediniz, daha çok babanızdan dinlediniz, neler anlatıyordu?

Babam Cemil Bozok’un  bu konuda bana aktardıkları büyük ölçüde, 1985 Mayıs’ında yayınladığı « Hep Atatürk’ün yanında » (Çağdaş Yayınları) kitabında da yer aldı. Çocukluğumun ilk evrelerinden beri bana anlatılan, dedemin Atatürk’ün ölümü ardından intihar girişimi. Abdülhamit’in devrilmesinden ardından  önce Selanik daha sonra İstanbul’da Beylerbeyi sarayında tutukluluğu döneminde dedemin muhafız bölüğü komutanlığı, o dönemde babamın şehzade Abid efendiyle dostluğu, onun sünnet düğünü ve devrik sultanın babamı da oğluyla  birlikte sünnet teklifine dedemin karşı çıkışı, daha sonra Vahdettin’e  ve işgale karşı faaliyetten tutuklanan dedemle birlikte ünlü Bekir Ağa bölüğünde baba oğul mahpuslukları, milli mücadele sırasında ve sonrasında Ankara günleri, Mustafa Kemal’le Ankara garı yakınındaki komşulukları, Lâz Osman’ın tenkili,Latife hanımla ilgili hikayeler  ve dedemin büyük bir iç burukluğuyla geçirdiği son yılları…Mahalle mektebinde öğrencilere dayak atmasıyla ünlü Kaymak Hafız hocanın lâfını da çok duydum. Bu yüzden, Mustafa Kemal’in okulu terkederek askeri okula yazıldığını, dedemin de onu izlediğini  öğrendim.Benim dinlediklerim babamın anlattıklarıyla sınırlı değil. Çocukluğumun önemli bir bölümünü Sabiha (Yenen) halamın yanında geçirdim. Ata’nın hastalığının onulmazlığı anlaşıldığında, dedemin  « Atatürk’süz bir dünyada yaşayamıyacağı » anlayışıyla doktorlara danışarak  kalbine tabanca sıkmayı planlıyarak, gösterdikleri yeri tendürdiyotla işaretlediğini halamdan duymuştum. Kitaplarda yer almayan, ama bana gençliğimde babamın aktardığı bir olay beni etkilemişti. Ittihat ve Terakki Selanik’te gözaltında tuttuğu Abdülhamit’in öldürülmesine karar vermiş, infazi gerçekleştirecek  ve kurayla belirlenecek subay sultanı öldürdükten sonra intihar edecekmiş. Dedem « kuraya gerek yok » diyerek gönüllü olmuş, ailesiyle vedalaşmış ama son anda emir geri alınmış. O dönemde  Galatasatay Lisesi’nde okuyordum.Rus klasiklerine, çara ve otokrasiye  karşı yaşamı hiçe sayarak savaşan nihilistlere yoğun ilgim vardı. Dedemin ilkeler konusunda kendine ve çevresine karşı çok katı, taviz vermez, ama aynı zamanda şen şakrak, hayata çok bağlı bir kişi olduğu da bana anlatıldığından, varlığını doya doya yaşama ve aynı anda inançları için ölümü yâni hiçliği  göze alma ikilemini bütünüyle içselleştiren bir yapıda olduğu sonucuna varmıştım.  Elbette, kendimi bildim bileli bana söylenen dedemin keskin Galatasaray’lılığı. Bu nedenle olsa gerek, tüm Bozok ailesi Galatasaray’lıdır. Babam, ölümüne kadar kulüp divan üyesiydi. Muzaffer amcam (Salih Bozok’un küçük oğlu) o camianın ünlü ismiydi.

Babanızda, dedenizin etkisi ve Atatürk anlayışı nasıldı? Size nasıl aktarıyordu?

Biraz genişleterek, babam ve yakın aile ortamını ele alalım. Babamın kitabında belirttiği gibi, Salih Bozok’un Atatürk’le çocukluktan başlayan yakın dostluğu yanısıra, akrabalık ilişkileri var. Hacı Salih ve Hacı İslam her ikisinin de dedesi. Her ikisinin en yakın dostları büyük dayım Nuri Conker. Bu üçlünün lideri Mustafa Kemal, ve hepsinin paylaştığı idealler, tüm aile içinde bize bugüne değin aktarılanlar.Söylem biraz « hamasi «  olacak ama, çöken osmanlının enkazından, « Muasır medeniyet », yâni çağdaş uygarlık, batı standartlarında batıyla eşitlik temelinde egemen bir yeni Türkiye yaratmak. Bu çevrede « aydınlanma » felsefesi önemli rol oynuyor. Ulusal devlet anlayışı da elbette. Ayrıca, farklı etnik ve dinsel kökenlilerin bir arada yaşadığı Selanik’ten geliyorlar. Bu felsefenin temel direği laiklik. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, ve farklılıklarda  karşılıklı saygı. Tüm aileden dinlediğim, Ata’nın önemli kararlar arifesinde farklı görüşlerle “istişare” ettiği, yâni danıştığı. Ailemizde de bu ilkeler günlük yaşamımız için de geçerliydi. Ulusal bir dava söz konusu olduğunda tek blok olmak gerekirdi, ama o zamanlar « gayri müslim azınlık » gibi görünenler içimizden biri, yâni bizim gibi yurttaşlar olarak irdelenir, ayrımcılık gözetilmezdi. Çocukluğumda etimizi kasap Dikran’dan, sütümüzü Bulgar Zlata’ nın dükkânından aldığımızı, elbiselerimizi koyu Galatasaray’lı Vartkes’e diktirdiğimizi, ve aile doktorumuzun Diamandopulos olduğunu anımsıyorum. Genç yaşımda, ailemiz içinde « Varlık vergisinin » facia olarak nitelendiğine tanık oldum. 6-7 Eylül olayları nefretle karşılandı. Buradan herşeyin toz pembe olduğu sonucu çıkarılmasın. Bugün geldiğim noktada, gözlediğim kadarı, ailem ve yakın çevresinin, ki buna kendimi de eklerim,  Atatürk Türkiye’si kazanımlarını geri dönüşü olanaksız kazanımlar olarak gördükleri, ve demografik, sosyolojik gelişimi yeterince algılayamadıklarından duruma « müdahil » olmadıkları, bu konuda bir nevi rantiye oldukları sonucuna vardım. Gelişmenin, modernleşmenin, kalkınmanın sosyal boyutunu yeterince  anlamadık, algılayamadık. Belki bana kızanlar olur, varsın olsun. Bir söz vardır, « doğa boşluk sevmez ». Bu boşluk, bizim yokluğumuzda şu an başkalarınca dolduruluyor.

Atatürk’ün anılarıyla geçen bir çocukluğunuz var, siz Atatürk’ü nasıl algıladınız ve nasıl düşünüyorsunuz? Bugünün çocuklarına bu konuda neler öğütlüyorsunuz?

Evlerimiz Atatürk’le doluydu. Resimler, salonda Atatürk’ün bronz büstü. Bir vitrin içinde Ata ile ilgili nesneler. Daha sonra, babam tarafından  çoğu askeri müzeye konulmak üzere makbuz karşılığı İstanbul merkez komutanlığına teslim edildi. Daha sonra, babamın son dönemlerinde, bazı değerli belgeler, onun güvenini kazanan kimi « Ata tacirleri » tarafından gasbedildi ve merkantil amaçlarla kullanıldı. Bunu geçelim. Benim için Atatürk, karizması ve ilkelerini paylaşan güvenli dostlarıyla çağıyla uyum sağlayan saygın bir ülkenin temelini attı. Benim için en önemli kazanım, laiklik ve kadın hakları, yurttaşlık bilinci. Çocuklar konusunda « Kaymak Hafız » a dönelim, yâni eğitime. Babamın verdiği bilgilerle yazılmış bir çocuk kitabı var, « Bir Güneş Doğuyor » (Fikret Arıt, Kelebek yayınevi, 1981). Atatürk’ün çocukluk yılları. Burada küçük Mustafa, arkadaşlarına « bir gün dayak ta kalkacak okullardan, çocukların mintan ve şalvarla okullara gitmeleri de kalkacak, erkeklerin, kadınların önünde yürümeleri de kalkacak » der. Çocuklara naçizane öğütüm, Ata’nın temelini attığı çağdaş eğitimden ödün vermemeleri, bilimi, pozitif, aydın düşünceyi benimsemeleri, değişik, farklı görüşleri inceleyip tarttıktan sonra kendi yollarını çizmeleri.

Dedenizden size kalmış en güzel anıyı bizimle paylaşır mısınız?

Birbiriyle bağlantılı iki anıyı paylaşırım. Dedem, Selanik’te genç subayken, babasının atı üstünde aklına estiği zaman evin holünden geçer kendisini aynada görmek üzere evin asma katına çıkarmış. Bir gece, rakı muhabbeti ertesi, ilerlemiş bir saatte, bando eşliğinde arkadaşlarından birinin sırtında eve gelmiş, cümbüşü müzisyenlerle birlikte evde sürdürmüşler.  Bu olayı bana halam anlatmıştı. Çok sonra, Kusturica’nın « Underground » filminde Bregovic bandosu eşliğinde aynı sahneyi izler gibi oldum……Tipik Balkan ve Rumeli dedim, kendi kendime…..
Sizce bugün Türkiye’de Atatürk ve onun yaptıkları doğru algılanıyor mu?

Uzun yıllar, ki bu benim çocukluğumu da kapsar, Atatürk düşmanı denize döken mavi gözlü sarışın dev olarak nitelendi. Yaptıklarının özü ve temel görüşleri perdelendi. En önemlisi, insani boyutu göz ardı edildi. Örneğin, Can Dündar’ın « Mustafa » filmi hem laik hem laiklik karşıtı çevrelerden tepki aldı. Orada Atatürk, bir CHP kurultayında « Biz ilhamlarımızı gökyüzünden değil, hayatın içinden, bilimden alıyoruz » der. Meselenin özü budur. Dünya ve ülke tarihine damgasını vurmuş bir kişi duygu ve tutku planında irdelendiği sürece yaptıkları doğru algılanamaz, naçizane kanımca.

23 Nisan 2012  YURT Gazetesi

Babam Cemil Bozok'un dedem Salih Bozok'un ölümü ve cenaze merasimine ait anıları

Babam Salih Bozok’un  ölümüne ve İstanbul-Ankara cenaze merasimlerine ait hatıralarım
(Cemil Bozok)


24/25 nisan gecesi… Sabaha karşı… Kutlu’da uyurken acı acı öten telefon ziliyle uyanıyorum. Ortalık henüz zifiri karanlık, aynı odada arkadaşım Mithad, karşı camlıkta da kardeşim Muzaffer uyumaktalar…Telefonda eniştem, boğuk bir sesle :
-        Cemil, biraz bize kadar gelir misin ? diyor.
-        Niçin ? diye soruyorum.
O yine aynı tonla cevap veriyor :
-        Kız kardeşinin midesi ağrıyor.
İçime bir şüphe geliyor.
-        Canım, diyorum, bunun için gelinir mi ? Nedir bu işin doğrusu ? Allah aşkına doğru söyleyiniz !
Eniştem bir şey söylemeye vakit bulamadan kız kardeşim hıçkırarak :
-        Ağabey, ağabey, babamı kaybettik, diyor.
Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Artık konuşamıyoruz. Telefonu kapatıyorum ve arkadaşım Mithad’ı uyandırıyorum. Bir taraftan ona bu kara haberi verirken diger taraftan da gürültüden uyanmış olan kardeşim Muzaffer’in yanına gidiyorum. Bir birimize sarılıyor ve ağlaşıyoruz.
Bir sene evvel aynı felakete uğrayan arkadaşım bizi teselli ederken giyiniyor ve kız kardeşimin evine gitmeye hazırlanıyoruz. Damarlarımdaki kan sanki donmuş gibi. Üşüyorum. Kafam ağırlaşmış, kulaklarım da uğulduyor…
Beni derinlikleri içinde çırpındırmakta olan bu büyük felaket, belki bir rüyadır diye kendimi aldatmaya çalışıyor fakat hakikatın kuvveti karşısında buna muvaffak olamıyorum. Ruhumda isyan dalgaları beliriyor. Çatmak ve haykırmak istiyorum. Fakat tabiat denilen o muazzam ve esrarlı kuvvete karşı ne yapabilirim ? Hiç !
Biraz evvel ruhumda feveran eden isyan dalgaları kırılıyor, ölüm felaketiyle sarsılan kalbimi hüzün kaplıyor ve için için ağlıyorum. Ne büyük acı bu yarabbim !
İki kardeş apartmandan çıkıyor ve kız kardeşimi teselliye gidiyoruz. Teselliye muhtaç insanların teselli vermesi ne kadar garip ! Sokaklarda bekçilerden başka kimseler yok. Tan yeri daha henüz ağarmamış, mahallede herkes derin bir uykuda, yalnız kız kardeşimin evinin ışıkları yanıyor. Kapıda eniştem bizi ağlayarak karşıladı. Zavallı kardeşim daha şimdiden bir külçe haline gelmiş.
Bir iki saat evvel Suadiye’deki evimizde altmış senelik hayatına veda etmiş bulunan babamı konuşuyor, ağlaşıyoruz.
Atatürk’ün öldüğü gün de yine aynı odada buluşmuş, bu büyük adamın acısına dayanamayarak kalbine kurşun sıkmış olan babamın akibeti hakkında ağlaşmıştık. O gün belki yaşıyor ve yaşayacaktır ümidiyle ağlıyorduk, halbuki bugün öyle bir ümitten uzak yaralı kalblerimizin hıçkırıklarını dinliyoruz. Sabah olur olmaz kara haberi duyan hısım, akraba ve dostlar evi doldurmaya başladılar. Bu elemli günümde asker elbiselerimi giyip Milli Müdafaa’daki vazifeme gitmek bana o kadar acı geldi ki… Allah’a şükür Merkez Kumandanı Demir Ali bey hemen Vekalete gelerek müsteşardan izin alacağını vaadetti. Vekaletin kalın duvarları arasında geçen intizar saati bir asır kadar uzun geldi. Nihayet saat dokuz buçuğa doğru Demir Ali bey beni daire müdürünün odasına çağırttırarak on günlûk izin kağıdımı tevdi etti, ve :
-        Oğlum, başın sağolsun, diyerek elimi sıktı.
Onun yanında ayakta duran daire müdürüyle bölük kumandanı da aynı şekilde taziyede bulundular.
Eve gelirken geçtiğim tarla yolunda yalnız kalmaktan bilistifade doya doya ağladım. Eve geldiğim zaman tesseli edici bir haberle karşılaştım. Milli Müdafaa Vekili Saffet Arıkan babamın şehitlikte dayımın yanına gömülmesi için lâzım gelenlere emir vermiş, bu sayede babamın arzularından birini yerine getirmiş olacaktık. Derhal İstanbul’a telefon açarak bu akşam hareket edeceğimizi ve babamızı ölüm döşeğinde gördükten sonra alıp Ankara’ya getireceğimizi haber verdik. Trenin hareket zamanına kadar geçen saatler bizim için çok sıkıcı oldu. Yedi yirmi beşte istasyona kadar gelmek zahmetini gösteren yakınlarımıza veda ederek üç kardeş ve eniştemden müteşekkil küçük bir kafile halinde yola koyulduk.
Gece eniştemin verdiği ilaçlar sayesinde bir kaç saat uyuyabildikten sonra ertesi sabah İzmit civarında yataklarımızdan kalktık. Her zaman İstanbul’a kavuşuyorum ümidiyle neşe ile baktığım denize bu gün hüzünle bakıyorum. Pendik istasyonunda kardeşim o günki Cumhuriyet gazetesinde babamın ölümüne ait yazıyı ağlayarak okumaya başladı ve bizi de ağlattı. Haydarpaşa’da Enver Bey’le Perihan tarafından karşılandık. Kız kardeşim Perihan’ın kolunda adeta sürükleniyordu. Nihayet eve geldik. Panjurların hemen hepsi kapalı, yan kapıda da sim siyah boyalı bir cenaze arabası bekliyor. Marmara’nın mavi sularına bakan evimizin bu günkü hali ne kadar kasvetli. Bana öyle geliyor ki saçaklarından nerede ise göz yaşı damlayacak……Biz bahçe merdivenlerini inerken kapı açıldı. Aziz Bey, Atifet, Mithad dayım yaşlı gözleriyle bize doğru ilerlediler. Birbirimize sarıldık ve ağlaya ağlaya eve girdik. Evin içi, dışından daha kasvetli. Alt kat muzlim bir halde. Holün karşısına isabet eden camlı odada hoca, bekçi ve buna mümasil kimseler oturmuş bekleşiyorlar. Yazı odasında başta Mehmet Ali Bey, Kılıç Ali Bey olmak üzere babamın yakın arkadaşlariyle bazı dostları intizar vaziyetindeler. Babamın mülazimlikten beri arkadaşı olan Mehmet Ali Bey :
-        Cemil, diyor. Koşup geldiğim zaman baban ölmüştü. Onun daha henüz soğumayan yanaklarını, ağzını ve gözlerini öptüm.
Ağır ağır merdivenleri çıkıyor, Mithad dayımın refakatinde babamın yanına giriyorum. Denize bakan odasında, mavi renkli karyolasında beyaz örtüler altında yatıyor. Beni takiben kardeşlerim de giriyorlar. Kız kardeşim hıçkırarak babamın üstüne kapanıyor ve öpmeye başlıyor. Bir müddet sonra kardeşimle onu çekiyor ve babamın yüzüne biz kapanıyoruz. Babacığım derin bir uykuya dalmış gibi…Yüzü çok sakin görünüyor. Yalnız seyrek kır saçları biraz dikilmiş… Bundan tam on üç gün evvel askerlik vazifemi ifa etmek için Ankara’ya giderken kendisine veda ettiğim zaman beni gözlerinden yaşlar akarak koklaya koklaya öptüğünü hatırladım. Meğer bu babacığımın beni en son kucaklayışıymış. Onun şimdi soğumuş açık alnına veda puselerimizi bırakarak yavaş yavaş huzurundan çekiliyoruz…
Öğleye doğru tahnit yapan doktorun yardımiyle babamı tabuta koyarak bayrağa sardılar ve taşlıktaki masanın üzerine yerleştirdiler. Evde bulunanların huzuriyle hoca efendi duasını okudu. Sonra tabutu ellerimizin üzerine alarak ağlaya ağlaya arabaya kadar götürdük. Daha dün yaz mevsimini geçirmek üzere bu eve neşe ile gelen babam bugün buradan bir tabut içerisinde göç ediyordu. Ne yazık ! Biraz sonra biz de evi terkettik. Cenaze merasimine Kadıköy’ündeki çarşı içinde Osmanağa camiinde başlandı. Babamları sevenlerin hepsi burada idi. Sipahiocağı’ndaki Yahudi ve Ermeni dostlarına kadar…. Öğlen namazı okunurken askeri mızıkanın çaldığı cenaze marşıyla alay harekete geçti. Ezan sesiyle mızıka sesinin bir birine karışması ne kadar hazin oldu. Alayın önünde asker ve mızıka, onların arkasından da Millet Meclisi’nden, İstanbul İş Bankası’ndan, Sipahiocağı’ndan ve dostlarından gönderilen çelenkler ve cenaze arabası, bunu takiben de cenazeye iştirak edenler geliyordu. Daha arkadan yine bir askeri müfreze yürüyordu. Alayın etrafını da polisler sarmıştı. Deniz kenarı yolundan Haydarpaşa’ya doğru yürümeye başladık. Yolun bir yerinde Fethi Okyar da kalabalığa karıştı. Zaman zaman, hıçkırıklarımı zabtedemiyor, ağlamaya başlıyorum. Koluma giren arkadaşlarım beni teselliye çalışıyorlar.
Bir gazete fotografçısı yol imtidadınca durmadan resimler aldı. İstasyona yakın bir yerde Vali, Polis müdürü ve İstanbul kumandanı da alaya iltihak ettiler. Camiden itibaren bizimle yürümekte olan Merkez kumandan vekili paşanın yanına yaklaşarak aile namına teşekkür ettim.
-        Oğlum, dedi, teşekküre hacet yok. Biz hepimiz aynı ailedeniz.
Haydarpaşa iskelesi önünde alay durdu. Burada yalnız askerler cenaze arabasına doğru ilerlediler, ve tabutu elleri üstüne alarak merdivenleri dolduran kalabalık arasından geçirerek vagona yerleştirdiler. Biraz sonra Örfi idare komutanı Ali Rıza Paşa geldi, üzeri çelenklerle örtülmüş bulunan tabutu selamladı. Askeri bir ihtiram takımıyla hazurun trenin kalkışına kadar beklediler. Hısım, akraba ve dostlarımızla hazin bir şekilde vedalaştıktan sonra Ankara’ya yollandık. Tren çok kalabalık. Bütün aile efradı evvelden hazırlanan iki birinci mevki komparımana yerleşmiş bulunuyoruz. Bizimle beraber, Rebia Hanım ve Vasıf Bey de Ankara’ya geliyorlar. Hava güzel olmakla beraber çok sıcak. Hep babamdan konuşuyoruz.
Bilecik istasyonunda Belediye Reisi, Halk Partisi reisiyle ileri gelenlerden daha iki zattan müteşekkil bir heyet bizi karşıladı. İçlerinden bir zat, Bilecik namına getirmiş oldukları çelengi babamın tabutu üzerine koydu. Babama hemşehrilik payesi veren ve Atatürk öldükten biraz sonra yapılan mebus intihabatının istişare mahiyetindeki kısmında bir sembati tezahürü olarak en fazla rey vermek suretiyle kendisini mebus yapan Bilecik’lilerin mümessillerine aile namına teşekkür ettim ve :
-        Bilecik babamın ikinci vatanıdir, dedim. Muhterem Bilecik’lilerin babamı ne kadar çok sevdiklerini iyi biliyoruz. Babam öldü, sizler sağ olunuz.
Halk Partisi reisi göz yaşlarını zaptedemiyor, ağlıyordu. Veda ederken :
-        O bizim de babamızdı, ne yazık kaybettik, dedi.
Babamım senelerce mebusluğunu yaptığı bu küçük vilayetin mütevazi istasyonunu arkada bırakarak karanlıklar içinde yolumuza devam ettik.
------------------------------------------------------------
                                                                                                 27/4/1941 Pazar

Sabah saat yedide Ankara’ya vasıl olduk. Yakınlarımız istasyona gelmişlerdi. Kafilemizin erkeklerinden bir kısmı kadınlarla beraber eve gitti. Geriye kalan bizler de babamın sandukalı tabutunu alarak hastaneye götürdük. Ev yine öğleye kadar doldu boşaldı. Nihayet 12’ye doğru hastaneye gittik. Sandukadan çıkarılan tabut siyah mermer bir masa üzerine vazedilmiş, bunun üstündeki elektrik lambası da yakılmıştı. Bu karanlık mahzenin diğer yerleri zulmet içinde olduğundan siyah mermer üzerinde elektrik ziyasiyle yıkanan kızı renkli tabut ne kadar hazin bir manzara arzediyordu. Yanında bir iki dakika süren bir sükut devresi geçirdikten sonra ellerimizin üstüne alarak oradan çıkardık ve otomobile koyduk. Hacıbayram camiine geldiğimizde daha henüz kimseler yoktu. Yalnız merasime iştirak edecek olan askerler silah çatmış bekliyorlardı. Biraz sonra Merkez kumandanı Demir Ali Bey geldi, musalla taşı üstünde duran tabutun baş ve ayak uçlarına iki inzibat eri dikerek nöbet bekletmeye başlattı. Camide kılınmakta olan öğle namazı bitmeden evvel cenazeye iştirak edeceklerin hemen hepsi gelmişlerdi. Bu kalabalık arasında Meclis Reisi Abdülhalik Renda’yı, Halk Partisi Kâtibi Umumisi Fikri Tüzer’i, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’i, Milli Müdafaa Vekili Saffet Arıkan’ı, mebuslardan Kâzım Özalp, Zeki, Seyfi ve Pertev paşalarla Recep Peker, Hasan Saka, İrfan Ferit, Şükrü Koçak, Edip Servet, Hamdi, Abdülhak Şinasi, Rıfat ve Falih Rıfkı’yı, sefirlerden de Cemal Hüsnü, Yakup Kadri’yi seçebiliyorum.

Cemal Hüsnü, Yakup Kadri’yi görünce :
-        Aferin Yakup, seni burada görüyorum, dedi.
-        Söylediğin şeye bak, dedi. Salih’e mi gelmeyecektim ?
Cenaze namazı kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra kıta kumandanı askerlere hareket emrini verdi. En önde bir müfreze asker ve mızıka, onun arkasında Millet Meclisi’nden, Abdülhalik Renda’dan, Halk Partisi’nden, Validen, İş Bankası Umum Müdürlüğü’nden, Elektrik Şirketinden, Ankara Galatasaray Klübünden ve Ankara’daki dostlarından gönderilmiş çelenkler, bunları takiben de babamın eller üstünde taşınan tabutu, onun arkasından cenazeye iştirak edenler kafilesi ve yine askeri bir müfreze geliyordu. Alayın etrafını da asker ve polis kordonu sarmış bulunuyordu. Geçtiğimiz caddenin her iki tarafında kesif bir halk kalabalığı vardı. Mızıkanın çaldığı cenaze marşına ayak uydurarak aheste bir yürüyüşle Belediye önüne kadar geldik. Burada merasim bitiyordu. Tabutu cenaze arabasına yerleştirdikten sonra kardeşim Muzaffer’le hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. Pertev paşa yanıma sokuldu. Elimi sıkarak :
-        Oğlum, dedi, böyle bir babayla iftihar ediniz.
Ak saçlı paşanın bu sözüne çok mütehassıs oldum. Kendisine, gözlerimden yaşlar akarak teşekkür ettim. Bu ara, Başvekil’in Kalem Mahsus müdürü kendisini bana tanıttı ve cenazede Başvekil Refik Saydam’ı temsil ettiğini söyleyerek taziyede bulundu. 33 otomobil ve iki otobüs dolduran bir kafile halinde cenaze arabasının arkasından şehitliğe vasıl olduk.  Babamın burada ebedi yuvası olacak mezarı bundan üç buçuk sene evvel karlı bir günde buraya gömdüğümüz dayım Nuri Conker’inkinin hemen arkasında, tıpkı bahçeleri birbirine karışan iki komşu evi gibi. Yer üstünde son nefeslerine kadar birbirlerini seven bu iki arkadaş şimdi yer altında yine yakın yakına bulunuyor ve onlardan daha ilerde tarihi Ankara’nın bir tepesinde muvakkat kabrinde uyuyan büyük arkadaşları Atatürk’ün arkasında yatıyorlar. Eğer ruhlar yaşıyorsa bu iki sevişen arkadaşın ruhları şimdi birbirine sarılacak ve o büyük ölünün huzuruna koşacaklar.

Bir çiçek bahçesini andıran şehitlikten çıkarken biraz evvel kara toprakların altına tevdi ettiğimiz babamın Atatürk’ün ölümünden evvel bana hitaben yazdığı vasiyetnamedeki son satırları hatırlıyorum.
-        Cemil’im, benim ölümü Atatürk’ün mezarı dibine gömdürmeyi temin et, buna imkân bulunmazsa dayın Nuri Conker’in yanına.
Babacığım bu satırları yazdığı gün son demlerini yaşayan Atatürk’ün arkasından  gitmeye hazırlanıyordu. Büyük adamın ebede intikal ettiği gün Dolmabahçe Sarayı’nın bir odasında onu şimdi öldüren rakik kalbine bir kurşun sıkmak suretiyle şefine kavuşmak istemişti. Halbuki iki milimetre uzaktan seyreden kurşun onu daha iki buçuk sene için bize bağışlamıştı. Bu kısa zaman ona uzun ızdırap yılları halinde geldi. Aramızda adeya yaşayan bir ölü gibi idi. Durmadan :
-        Ben ölmeliyim, niçin yaşıyorum, diyordu.
Nihayet dediği oldu. Ecel bir gece yarısı onun çok ızdırap çekmekte olan kalbini durdurarak aramızdan aldı götürdü.

Babacığım !
Metfeninde müsterih uyu !
Artık Ata’na kavuştun ve çok sevdiğin arkadaşının yanındasın.

                                                                                         Ankara, 10 Mayıs 1941
                                                                                         Cemil Bozok

İlber Ortaylı seyahatnamesinin düşündürdükleri ve anımsattıkları


İlber Ortaylı, günümüzde Türkiye’nin en saygın ve tanınmış tarihçilerindendir. Özellikle Osmanlı tarihi konusunda uzman.  « Bir tarihçinin gezi notları » altbaşlıklı seyahatnameyi  büyük bir ilgiyle okudum. Elimdeki, kitabın 4’üncü baskısı. Ancak, bazı bölümleri aceleye gelmiş izlenimi uyandıran, benim de gezip gördüğüm, yakından tanıma olanağı bulduğum ülkelerle ilgili notlardaki hataları, yarı-doğruları ve söylenmemiş, yazılmamışları vurgulama gereği duydum.
Özellikle Bosna ile ilgili sayfalarda, Fatih Sultan Mehmed’in fethinden sonra müslümanlaştırılan Bosna ülkesinin Osmanlı İslam kültürüne katkılarının haklı olarak altı çiziliyor. « Bunaldığımız zaman Bosna’ya gitmeliyiz », diyor Ortaylı, « müezzinin kendi sesiyle İstanbul usulü ezan okuduğu camileri ve şehirde Osmanlı hayatının izlerinin devamını yakından görürüz. » (s. 111)  Aynı yerde de, Bosna müslümanlarının lideri reisü’l-ulema Mustafa Çeriç’e birkaç kez övgü var.
Mustafa Çeriç, dini eğitimini Mısır’da El-Azhar’da  almış, daha sonra Şikago üniversitesinde islam araştırmaları konusunda doktora yapmış  önemli bir dini lider.Türkiye ile de hep yakın ilişkiler sürdürmüştür.  Başbakan Erdoğan’la bir karşılaşmasında, « Türkiye bizim anamızdır, hep öyle oldu ve her zaman öyle olacaktır » demiştir. Çok tartışılan kişiliği ve görüşleriyle de gündeme gelmiştir. Nitekim, bağımsız Bosna federasyonu kurulduğunda, yeni anayasada bazı şeriyat hükümlerinin yer almasını savunmuştur. 2005 yılında, yazar Nedim Azam’ın kendisiyle Londra’da yaptığı söyleşide, « Bosna laik bir ülke olarak mı kalmalıdır, yoksa teokratik bir devlet  statüsüne mi yönelmelidir ? » sorusuna cevaben, ülkeleri üç bölümde ele alır. Yaptığı sıramada  Dar-ül islam, şeriyatın bütünüyle uygulandığı ülkeleri kapsar. Dar-ür harp, genellikle « batı modeli » dir, islamın din olarak hukukta yer almadığı ülkelerdir. Dar-ül sulh ülkelerinde ise şeriyat bütünüyle uygulanamaz ama, hükümetin şeriyat ilkelerini ne kadar yapabilirse o kadar, hayata geçirmesi gerekir. Çeriç, Bosna için bu üçüncü modeli benimsiyor(1). Bunun günümüzdeki « ılımlı İslam » modeliyle ne denli çakıştığı da aşikar. Hakkını verelim  ki, Dr. Çeriç, 1992-95 savaşında Bosnalı savaşçıların yanında yoğun olarak yer alan vahabi mücahitlerin de, yeni kurulan Bosna devletinde müdahil olmasını engellemiş bir kişi.
Ortaylı, Bosna’daki Osmanlı eserlerine, kültür katkısına değiniyor ama, ne yazık ki eserler notlarda  yer almıyor. Kabul etmemiz gerekir, bu yapıtlar o kadar çok ki, kendi başlarına bir kitap konusu olabilirler.  Belgrad bölümünde, Sırp başkentine gençliğinde yaptığı yolculuğu okurken,  belleğimde tatlı acı anılar canlandı. Yazar, Belgrad’a gitmeden önce 1972’de vapurla Dubrovnik’e geldiğini, oradan « köylülerle dolu » trenle Travnik’e, sonra da Saraybosna’ya yolculuğunu antatıyor (s. 134). Aradan geçen yıllar, bazı ayrıntıları unutturmuş olmalı. 1974’te Dubrovnik bağlantısı hizmetten kaldırılmış olan bu eski treni tanımış olması büyük bir şans. Ne var ki, o trenle « önce Travnik, sonra Saraybosna’ya » adım atamazdı. Tren hattı muhteşem görüntülü Neretva vadisini izleyerek, Mostar üzerinden Saraybosna’ya ulaşır, eski Bosna paşalarının ikâmetgahı dahil nice Osmanlı eserini barındıran, ve Saraybosna’nın kuzey batısında yer alan  şirin  kasaba  Travnik’e tren bağlantısı yoktur. Tren başkentten itibaren Banja Luka’ya doğru yoluna devam eder. Travnik’e ulaşım, güzergâhtaki Zenica’dan otobüs seferleriyle sağlanır.  Zenica, son yıllarda, Dr Çeriç’in 500 davetli önünde 50 boşnak çiftin topluca imam nikahını kıydığı tören yeri  olarak ünlenmiştir. Halen, Dubrovnik’ten, savaşta Sırp topçusunun mermileriyle dörtte üçü yıkılmış, sonra aslına uygun restore edilmiş Adriyatik’in incisi bu muhteşem kentten Sarajevo’ya demiryolu ulaşımı, Bosna federasyonunun sahildeki nadir yerleşim birimlerinden  turistik  Neum kenti yakınındaki Hırvat kasabaları Ploçe ve Metkoviç’ten yapılmaktadır.
Bosna’yi 80’li yıllarda ilk ziyaretim öncesinde, büyük bir merakla ve farklı yazarlardan, bu yörenin Sırplar ve Osmanlılar için önemini kavramaya, Bosnalıların nasıl müslüman olduklarını anlamaya çalışmıştım. Ortaylı’nın, « Sırp tarihini iyi öğrenmeliyiz » öğretisi çok doğru bir tesbit. Geçtiğimiz yıllarda Bosna ve Kosovo gibi insanlık dramına sahne olan yerler, gerek Sırplar, gerekse Osmanlılar için simge yöreler. Sırp ve Osmanlı tarihleri içiçe geçmiş, olaylar halkların kolektif belleğinde derin izler bırakarak simgeleşmiş. Saraybosna’da Avusturya-Macaristan imparatorluğu dük ve düşesini katlederek savaşın başlamasına vesile olan Sırp milliyetçi Gavrilo Princip bu simgelerden biri.
1389’da Kosova muharebesiynde kazanılan zafer Osmanlıların Balkanlarda kalıcı egemenliğini simgeler. Yenilgi ise Sırpların belleğinde, Kosova’yı, slav dillerinde « karatavuklar ovası » olarak bilinen Kosovo Polje’yi günümüze kadar « Sırp ulusunun beşiği » olarak yaşatmıştır. Kısa bir süre sonra, 1402’de Timurlenk’in Yıldırım Beyazıt’i yendiği Ankara muharebesinde, devşirme Sırp askerler Yıldırım’ın saflarında son neferine kadar savaşacaklardır. Türk dostu Fransız tarihçi Jean-Paul Roux, 80’li yıllarda, Fransa’da yaşadığım kent Grenoble’deki bir konferansında, bunu « Osmanlıların bir Avrupa devleti olduğunun » göstergesi olarak nitelemişti.
Bosna’nın fethi sonrası  İslam dinini kabul eden slav kökenli yerel halk, çoğunlukla, 14’üncü yüzyıldan itibaren, ismi « Tanrının sevgili kulu » anlamına gelen Bulgar rahip Bogomil’in öğretisiyle yörede egemen olan, ve hem ortodoks Sırplar, hem de katolik Hırvat ve Macarlarca dışlanan, heretik olarak nitelenen “Bogomil” tarikatından. « Düalist », yâni iyi-kötü tefrikini  ön plana çıkaran, ruhu iyinin, bedeni ve maddiyatı ise kötünün simgesi gören, aynı zamanda  İsa peygamberin anası Meryem’i kutsamayan, kilisesi ve ruhbani hiyerarşisi olmayan, kiliselerin ve papazların ayrıcalıklarını eleştiren bu tarikatın mensupları,  Osmanlı egemenliğinde topluca sünni müslümanlığı kabul edip hanefi mezhebine geçerek bir nevi ayrıcalık ve yeni bir benlik kazanıyor. Yüzyıllar sonra, Tito’nun yeni Yugoslavya’sında, din ve devlet işlerini birbirinden kesin olarak ayıran laik düzene de kolay uyum sağlamaları rastlantı değil.
Saraybosna  özünde, fetih sonrası Osmanlıların inşa ettiği ve 1853’ye yıkılan Bosna sarayını işaret eder. Yörel dilde Sarajevo, slav dillerine has dil çekimiyle « Saray ovası” anlamına gelir. Ortaylı’nın yerinde benzetmesiyle, “Balkanların Bursa’sı”, camileri, medreseleri, en önemlisi “Bursa bedesteni “ ismini taşıyan bedesten ve kapalı çarşılarıyla, tipik bir Osmanlı kenti, Osmanlının Balkanlardaki başkenti.   Gazi Hüsrev Bey camii ve yüzyıllık çınarların gölgesindeki ünlü Başçarşı meydanı ve “sebil çeşmesi” (bu tarihi çeşmenin bir benzeri, kardeşlik çeşmesi adıyla birkaç yıl once Bursa, Osmangazi kent merkezine törenle konuldu), Kazancılar caddesi, Kurşunlu Han ve Saat Kulesi bu tabloyu tamamlıyor.
Seyahatnamede resmi bulunan ancak ismi geçmeyen Mostar’a (Bu kentin de başlıbaşına bir kitap konusu olabileceğini  burada belirtmek isterim) Ortaylı’nın aksi istikametinden, Saraybosna’dan bindiğim bir trenle gitmiştim. Ellerindeki meyve ve sebze sepetleri, tavuk ve horoz kafesleriyle tahta banketli vagonları dolduran köylülerin yanısıra, kepleri kızıl yıldızlı Yugoslav federal halk ordusu askerlerini görüce, 30’lar Rusya’sında  bir Eisenstein filminde  figüranlık yaptığım hissine kapılmıştım.
Mostar, ismini slav dillerinde köprü anlamındaki “most” sözcüğünden alır. Mostar köprüsü, Neretva nehri üzerinde, Kanuni’nin emriyle, Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından inşa edildi. Yapımı yedi yıl sürdü. İnşaatında ağır taş bloklarını birbirine tutturmak için, harçla karıştırılan yüzbinlerce yumurta akı kullanıldı. O dönemin mimarlığında bir devrim niteliği taşıyan ve 1566’da tamamlanan bu yapı, yüzyılların yıpratıcı etkisine, Neretva’nın taşkınlıklarına ve insanoğlunun gaddarlığına meydan okurcasına direndi ve 1993’te Hırvat topçu ateşiyle çökertildi. 2004’te Türk mimarlarının katkısıyla, eski planına sadık kalınarak yeniden yapıldı. O köprünün üstünden, değerli dostum ve adaşım Salih Krpo ile geçmiştim. Bana, tipik bir Türk konağı olan Bişçeviç evini de o gezdirmişti. Aradan geçen yıllarda 1992-95 savaşında Hırvat ordusu tarafından öldürüldüğü haberini aldığımda yüreğim parçalandı.
Ortaylı, savaş sırasında Sırpların toplu tecavüzüne uğrayıp hamile kalan kadınların dünyaya getirdiği ve annelerince terkedilen nice bebeğe İslam dünyasının sahip çıkmamış olduğuna dikkati çekiyor, ve “bu konuda İslam dünyası da, özellikle Türkiye de kusurlu ve ihmalkârdır” diyor (s.114). Katılmamak elde değil. O bebeklerin çoğu şimdi 18-20 yaşlarında. Bu konuda çok yazı yazıldı, filmler çevrildi. Amerikan yapımı ve bu konuyu işleyen “Savior” filmini gecikmeli olarak yeni gördüm. Türkçeye “Savaş Günahları” adıyla çevrilmiş. Son dönemlerin basın bültenlerinde, “tecavüze uğrayıp hamile kalan kadın kendini öldürmelidir” gibi, sözümona din adamlarının sağduyuya aykırı fetvalarına, Suriye’de rejime karşı savaşan köktenci mücahitlere destek uğruna kendini veren, ülkesine hamile dönen  müslüman kadınlarla, Mısır, Hindistan ve başka yörelerde toplu tecavüz suçlarına  dikkat çeken haberlere tanık oluyoruz. İslam dünyası başta olmak üzere, toplumlar her türlü köktencilikten ve yol açtığı şiddetten arınmadığı sürece, iyimser olmak zor.
Seyahatnamenin Macaristan bölümünde önemli bir hata farkettim. Budapeşte’de “zarif parlemento binası” yakınındaki parka son yıllarda eklenen, « 1956 yılının kahraman lideri Yanoş Kadar” ın heykelinden söz ediliyor. “Bir kaide üzerinde değil, parkta gölge bir vatandaş gibi duran” heykel (s.154), Yanoş Kadar’ın değil, 1956 Macar ayaklanmasının lideri İmre Nagy’nin heykelidir. Özetle Nagy, Rus egemenliğinden arınmış, Tito Yugoslavya’sı gibi bağımsız ve sosyalist bir Macaristan için kitleleri peşinden sürükledi ve Kruşçev’in tankları direnişi bastırmak için Macaristan’a girdi. Direnişçiler yenildi. Nagy, Yugoslav elçiliğine sığındı, kısa süre sonra, yeni iktidarın başı, Kruşçevin valizlerinde Budapeşteye gelen  Yanoş Kadar’la yapılan bir anlaşma gereği, elçilikten çıkarılarak, “sağ bırakılması güvencesiyle” Kadar yönetimine teslim edildi, ama o sözünü tutmadı ve İmre Nagy idam edildi. Şimdi heykeli, parlemento karşısında bir parkta, küçük bir köprü üstünden geçenleri selamlıyor. Kadar, “normalleşme”nin yâni ayaklanma öncesi iktidarın yeniden tesisinin ardından 1988’e değin Sovyetler Birliği denetiminde ülkeyi yönetti. Olası bir ayaklanmayı önleme amacıyla, halka kısmi özgürlükler tanıdı.  Endüstri sektörüne sınırlı “kapitalist ögeleri” dahil etti. İşçi devletinde bu reformlardan sonra endüstride işçinin durumunu anlatan “Parça başına ücret” kitabının yazarı o dönemin muhalifi Miklos Haraszti ile 1990 yılı yılbaşı davetinde, edebiyat  eleştirmeni Török’ün  ( Macarcada Türk demek)  Budapeşte’deki evinde tanışma fırsatı bulmuştum. Birkaç yıl önce,taraftarları, Kadar’ın küçük bir büstünü de, Budapeşte’nin Kerepesi mezarlığındaki mezar taşı üstüne yerleştirdiler. Az sayıda katıımcının hazır bulunduğu bu tören, Nagy heykeli kadar yankı yapmadı. Heykelle ilgili gerçek, kişisel yorumlarım ne olursa olsun, işte budur.
Ortaylı, Osmanlı yönetiminde Buda’nın son komutanına kitabında yer vermiş. “90’ına gelmiş Arnavut Abdurrahman Paşa elinde iki kılıçla şehri savundu. Budin düştü, Macarlar o gün bugündür onun mezarını bir abide olarak ihtiramla muhafaza ediyor” diyor (s153). Burada da bir hata var. Paşanın mezar taşında Türkçe olarak “1686 yılının Eylül ayının 2’inci günü yaşamının 70. Yılında maktül düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun!” ibaresi yer alır. Yâni paşa 90’ına gelmeden, 70 yaşında şehit olmuş.
Seyahatnamede yer verilmeyen önemli bir Osmanlı anıtı, Buda tepelerindeki Gül Baba türbesidir. Bir bektaşi dedesi olan Gül Baba, Kanuni’nin daveti üzerine Budin seferine katılmış ve savaşta şehit  düşmüştür (Eylül 1541). Türk hükümetinin katkılarıyla onarılan türbesi günümüzde Buda’nın önemli ziyaret  yerlerinden biridir. Anıta, ismini taşıyan Gül Baba sokağından çıkılır. 1905’te Macar besteci Jenö Huszka, Gül Baba adına üç perdelik bir operet besteledi. Eser, 16’ıncı yüzyılda Osmanlı egemenliğindeki Buda’da Türk kızı Leyla’ya aşık olan Macar genç Gabor’un öyküsünü konu alır.
Budapeşte dışında, Osmanlı dönemi kalıntılarına Eger ve Pécs  kentlerinde rastlarız. Eger’in Osmanoğulları tarafından fethi 1596’da, 3’üncü Mehmet döneminde gerçekleşti. Macarlar, 1552’deki kuşatmayı püskürttüler. Direniş, Macar ressam Székely Bertalan’ın, kuşatmacı güçlere  karşı elinde kılıçla savaşan kadınları gösteren, ünlü “Eger kadınları” tablosunda resmedildi.  Eger’de günümüze intikal eden  tek Osmanlı kalıntısı, Avrupa’nın en kuzeydeki Osmanlı yapıtı olarak bilinen,  40 metre yükseklikteki minaredir. Mohaç meydan muharebesinin hemen ardından fethedilen (1526) Pécs’de ise halen birçok cami, türbe ve hamam bulunmaktadır.  Güney Macaristan’da Osmanlı fetihleri döneminde müstahdem mevki olarak inşa edilen Bozok  kalesini, ailemle aynı ismi taşıması ilgimi çektiğinden 2001’de ziyaret ettim. Birinci dünya savaşı sonrası Slovakya’ya katılan bu yöredeki kalenin ismi de  Macar’ca Bozok’tan, Slovakça Bzovik olmuş, ama Macarlar, bu bölge kökenlilere “bozoki” demeye devam ediyor.
Ortaylı, Makedonya’yı tanıtırken, “Burası bir milliyetler deposu….Karışık dondurma Makedonya dendiği kadar var” demiş (s.117). Oysa, Makedonya “karışık dondurma” değildir. Mutfak  literatüründe, küçücük doğranmış sebze veya meyvelerden oluşturulan yemek çeşitlerine “Makedon” denir, meyvelisi dondurma eşliğinde de sunulabilir. Seyahatnamede anlatılan Gostivar’da, Yugoslavya’da 1992-95 savaşının başlamasından az önce Karadağ ve Makedonya’ya yaptığım bir gezi sırasında mola vermiştim. Bu tipik Osmanlı kenti, yer yer sıvası dökülmüş binaları, karanlık sokaklarıyla  bende kasvetli bir İç Anadolu kasabası izlenimi doğurmuştu. Bu belki de, benim o anki ruh halimden, oraya varmadan önce yaşadıklarımdan kaynaklanıyordu. Karadağ’ın sevimli deniz kenarı kenti Herceg Novi’de , davetli olduğum bir plaj evinde bir hafta boyu güzel bir tatil geçirmiştim. Bu liman kentinde  de Osmanlı yapıtları eksik değildir. Özellikle, surlar ve  ünlü “Kanlı Kule”.  Herceg Novi’den otobüsle Kosova’nın başkenti Priştina’ya vardığımda, meydanda pasaport kontrolü yapan Sırp milisleri, Arnavutlarda oldukça  yaygın Salih ismini, ve Arnavutlar’la Sırplar arasında artan gerginlik döneminde benim orada bulunmamı süpheli bulmuş olmalılar ki, göbeğime bir Kalaşnikof dayayıp beni duvara yasladılar. Benimle aynı otobüsten inen ve yol boyu ahbaplık ettiğim Amerikalı turistler meydandan  ayrılmadan olayı şaşkınlıkla izliyordu. Bunu farkedince görece rahatladım, ama karnımdaki namlunun ve milislerin gözlerindeki soğukluğun yarattığı korku beni bir süre terketmedi. Bir dizi telsiz konuşması ardından pasaportum geri verildi, Priştina’da kalamıyacağım söylendi ve ilk otobüsle Gostivar’a geldim. Babam Cemil Bozok, anılarında, büyük dedemiz Hoca Cafer Efendi’nin Arnavut olduğunu anlatır. Ata diyarında hayata veda etme endişesi ve kasvet duygusu  yolculuğun geri kalan kısmında beni terketmedi.  Üsküp de , özellikle 1963 depreminde duran, o zamandan bu yana  yolculara bir felaket habercisi  gibi aynı anı  işaret eden demiryolu istasyonundaki saat gibi, içimdeki tedirginliği sürdürdü, Anadolu tarzı çarşı ve pazarlara, bir tarih profesörüyle mastika (sakız rakısı) eşliğindeki sohbetler ve Arnavut asıllı öğrencisinin evinde içtiğimiz Türk kahvesine rağmen. Ülkemizde gitgide Starbucks kafelerde ya da başka “gözde” mekanlarda kahve adı altında içilen “erzats” lar gitgide moda olurken, Balkan ülkelerinde Türk kahve geleneğinin sürmesi başlıbaşına kayda değer bir konu. Bir zamanlar Bosna’dan aldığım bakır bir kahve takımı, tepsisi, cezvesi, şekerliğiyle, evimin baş köşesinde yerini korur.
İlber Ortaylı’nın , “Türkiye’yi savunan ülke” olarak tanıttığı Portekiz notları da önemli ögeler içeriyor. Yazar, eskinin fakir tarihli Lizbon’unun restore edildiğini vurguluyor, tarihi Alfama ve Graça semtlerinin dar sokaklarından, eski binaları neredeyse yalayarak geçen tek vagonlu tramvayı anlatıyor. Söz konusu olan, Portekizce ismiyle sarı renkli 28 n°’lu İngiliz yapımı“Electico”, 40’lı yıllardan kalma, bizdeki eski  İstanbul tramvaylarının , ve şimdi sadece Beyoğlu hattında kullanılanın  kardeşi.  Bairro Alto (yukarı mahalle) ve Baixa (aşağı mahalle) semtlerini de kapsayan, ve turistlerin çok rağbet ettiği bir “ring seferi” yapar.
Portekiz’e ilk, 1974 sonlarında, 30’lu yıllardan beri süregelen Salazar diktatörlüğü takipçisi Caetano’yu iktidardan indiren ve sömürge savaşlarına son veren “karanfil devrimi” sırasında gitmiştim. Trenle geçtiğimiz İspanya’da Franco rejimi son demlerini yaşıyor ve komşu ülkedeki gelişmeleri endişe ve hırçınlıkla izliyordu. 1936-39 arası İspanya iç savaşının ilk yıllarında Franco’nun karargâhı görevi gören  Salamanca’da hüzünlü bir Noel gecesi ardından gece treniyle Porto’ya gelmiştim. Bitmek tükenmek bilmeyen ve Portekiz elonomisini de yıpratan sömürge savaşları boyunca üç yıllık askerlikten ve savaştan kaçarak özellikle Fransa’ya ve diğer Batı ülkelerine iltica eden, önemli bir bölümü radikal sol örgüt sempatizan veya militanı Portekiz gençlerinin, yoğun olarak nice umutlarla ülkelerine geri döndüğü günlerdi. Eski sömürgelerde, geniş yeraltı zenginliklerine sahip Angola ve Mozambik ‘te rakip fraksiyonlar arası iktidar kavgası alevleniyordu.  Trende, Portekiz’e geri dönen bir gencin yanı sıra, bir de Türk tanıdım. İstanbul’da kıskançlık nedeniyle karısını kurşunladığını, ardından şilebe binerek kaçtığı Amsterdam’da esrar ticeretinden hapise girdiğini, çıkar çıkmaz yolda yaşlı bir adama darp ederek cüzdanını çaldığını gururla anlatan, Lizbon’a  eski sömürgelerdeki iç savaşa paralı asker yazılmaya giden endişe verici bir karakterdi.
Yollarımız hudutta ayrıldı, ben Porto’ya o Lizbon’a, değişik yönlerde yolumuzu sürdürmüştük.  Douro kıyısındaki Porto’da büyük bir hayretle nehir kenarında mum ışığında çamaşır yıklayan siyaha bürünmüş kadınlar görmüş, balıkçı semti Matosinhos’ta, ham üzümden elde edilen ünlü “yeşil şaraplar” eşliğinde, bol sardalyalı salaş lokantalarda sabahlara kadar süren coşkulu devrimci sohbetlere tanık olmuştum. Yılbaşı gecesini geçirdiğim Lizbon’a sonradan birkaç kez daha gittim. Büyük umut ve beklentilerle Avrupa Birliği’ne giren bu ülke halihazırda, Yunanistan’daki gibi  büyük bir kriz yaşıyor. AB’den gelen yardımlar cömertçe ve bilinçsizce israf edilmiş. Ücretler ve emekli gelirleri sürekli tırpanlanıyor ve  bakımsız kent merkezi, özellikle Rossio ve Comercio meydanları, evsiz barksız kalmış işsizlerin gündüz dilendikleri,  bakımsız resmi binaların girişlerinde geceledikleri hüzünlü mekânlara dönüşüyor. Bunu, üç yıl  önce gözlerimle gördüm.
Seyahatnamede  ilgiyle sözü edilen Gülbenkyan vakıf müzesi, gerçekten de önemli koleksiyonları barındırır (s.249-250), ancak Ortaylı’nın “ Bu Üsküdar’lı petrol milyarderi 1940’larda koleksiyonları bize vermek istedi ve o dönemin tembel hariciye bürokratları istememişler. Gülbenkyan’da çaresiz Lizbon’a yerleşmiş” şeklinde özetleyebileceğim görüşlerine katılmıyorum. Olay, bu kestirme ifade de dile getirilenden daha karmaşık ve nüanslı.
Üsküdar doğumlu işadamı Gülbenkyan, Osmanlı imparatorluğunun son döneminde ve Birinci Dünya savaşı ertesinde, İngiliz egemenliğine giren Mezopotamya petrol yatakları işletiminden  elde ettiği “% 5 hisselerle” ünlenmiş, “Mr % 5” olarak anılmıştır. Kendi deyimiyle,“küçük pastadan büyük pay yerine büyük pastadan küçük pay” almayı yeğlemiş, kolleksiyonunun önemli bölümünü de öncelikle o dönemde bölgeden getirdiği parçalardan oluşturmuş. 1929-30 yıllarında Ermitaj müzesi koleksiyonlarından da bazı eserleri edinmek için Sovyet yetkililerle sıkı pazarlıklara giriştiği yazılmıştır.
 Savaş başladığında, Gülbenkyan’ın koleksiyonları, Paris’te, Iena caddesindeki malikanesinde bulunmaktadır. Kendisi İran’ın Fransa nezdinde temsilciliğinde danışmandır ve  Fransa’nın Alman ordularınca işgalinin ardından, işbirlikçi Petain yönetiminin merkezi Vichy’ye taşınır. Bu nedenle, o zamana kadar iyi ilişkiler içinde olduğu İngiliz hükümetiyle arası açıır, hatta İngilizlerce dışlanır. O günün şartlarında paha biçilmez eserlerini herhangi bir ülkeye nakletmesi düşünülemezdi. Portekiz e yerleştiği, savaşın seyrinde belirsizliklerle dolu  1942 yılı öncesi, kendisini ve Alman işgalindeki Paris’te bulunan koleksiyonunu güvenceye alma endişesinde olduğu, bu nedenle tarafsız ülkelerle temas sağladığı kesin. Bu ülkelerin başında gelen ve İngiltere ile tarihi ilişilere sahip Portekiz’I yöneten Salazar ve İspanyol diktatör Franco, Hitler’le iyi ilişkileri sürdürmektedir.  Gülbenkyan’i 1937’den beri yakından tanıyan Fransız tarihçi Maurice Rheims, milyarderin Lizbon’a taşınma kararının ne denli isabetli olduğunu anlatır (2). Bu sayede, Gülbenkyan sahip olduğu eserlere Almanların el koymayacağı yönünde güvence almış, savaşın bitiminde İngiltere’yle ilişkileri de düzelmiştir. Rheims, Gülbenkyan’ın Franco’ya Almanya yanında savaşa girmekten kaçınması telkininde bulunduğunu da yazar.
Gülbenkyan’ın Lizbon’da 1955’teki ölümünden önce Portekiz’e bağışladığı eserler, 1960’larda, General De Gaulle’ün özel izniyle Paris’ten Lizbon’a nakledilecek, Gülbenkyan müzesi ise 1969 yılında açılacaktır.
Ortaylı, kitabının İspanya sayfalarında Barselona, ve ülkenin iktisaden en gelişmiş yöresi Katalonya’dan bahisle “ Halen de Türkiye ile ticaret ilişkileri iyi gitmektedir. AB blokuyla ticaret üstünlüğünü ABD, ardından Türkiye izliyor” demiş (s. 243). Bu ifadeyi kuşkuyla karşıladım, ve araştırmam beni yanıltmadı. Katalonya ticaret odası istatistiklerine göre (karşılaştırmalı 2011 ve 2013 rakkamları – Catalunya Comercio/icex/cma) , Katalonya’nın ithalatında % 60’lık payıyla ön sıradaki AB’yi,  % 8’le Çin, ardından Güney ve Orta Amerika ülkeleri, ABD ve İsviçre izlemektedir. Türkiye’nin payı sadece  % 1.45…. İhracatta ise, ön planda AB ve Orta ve Güney Amerika ardından küçük paylarla  İsviçre, ABD, ve Çin geliyor. Türkiye’nin payı % 2,11.  Katalonya ile Türkiye’nin dış ticaret dengesinde, ülkemiz 200 milyon avrodan fazla bir açık veriyor, yâni değer olarak sattığından fazlasını alıyor. Türkiye’nin satışları genellikle tekstil ürünlerine dayanıyor, Katalonya’dan dış alımda ise motorlu araçlar, endüstri ara ürünleri, yarı mamuller egemen. Bu durum, Türkiye’nin özellikle son 10 yılda derinleşen dış ticaret açığı ve borçlanmada ifadesini bulan iktisadi yapısıyla da uyumlu, ve ülkemiz açısından sevindirici değil. Katalonya’nın Türkiye’ye ihracatı geçen yıl % 19 artmış ama aynı dönemde ülkemizden ithalatta artış % 9’da kalmış. Barselona’daki yetkililerin bu gelişmeden duydukları mutluluğu iyi anlıyorum.
Seyahatnamenin sonunda yer verilen “Müzeler Dünyasından” bölümünde Türkiye açısından önemli bir eksik gördüğümü söylemeliyim. Osmanlının son dönemlerinde Anadolu’dan kaçırılan dünyaca ünlü eserlerin, özellikle de Zeus Sunağının sergilendiği, Berlin Bergama Müzesi’nin neden  Louvre, British Museum ve Ermitaj yanında kitapta yer almadığını anlamadım.
Değerli tarihçimizin, hata ve önemli eksiklerden arındırılmış Seyahatname’nin yeni baskısıyla yeniden okurlarıyla buluşmasını dilerim.
* * *
(1)  « A conversation with Dr. Mustafa Ceric », 2005 Nadeem Azam and Azam.com, Inc., New York and London.
(2)  Maurice Rheims, Haute curiosité, Robert Laffont, 1975, p .65

Salih Bozok
Grenoble -  2 Ekim 2013